Türkler ve Kürtlerin tarihi münasebetleri asırlar öncesine dayanmaktadır. Türklerin 751 yılında Talas savaşında İslamlaşmaya başlamalarından sonra Kürtlerle ilişkileri, birliktelikleri ve kaynaşmaları İslam üst kimliği altında başlamıştır. Kürt-Türk ilişkilerinin temel hamuru İslam olmuştur. Kader ortaklığı ve İslam kardeşliği bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu’da başlamıştır.
Büyük Selçuklu Devleti, 1037 yılında Devlet haline gelerek bağımsızlığını ilan etmiş ve 1040 yılında Dandanakan Savaşı’nda Gazneliler’e karşı galip gelen Tuğrul Bey, Horasan’a hâkim olmuştur. İşte bu tarihten sonra Anadolu topraklarında TÜRK-KÜRT kader ortaklığı başlamış oldu. 1048 Pasinler Zaferiyle Selçuklular Bizans’ı mağlup etmişlerdir. Bunun sonucunda Mervani Emiri Nasruddevle 1049-1950 yıllarında Selçuklu Sultanı’na bağlılığını bildirmişti. Kürtler, Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklulara tabi duruma getirilmiştir.
Malazgirt Savaşı’ndan önce Alparslan Diyarbekir’e gelmiş, Mervani Beyi Nasruddevle kendisine bağlılığını arz etmiştir. Malazgirt Muharebesi’nde Kürt Beyi Nasruddevle, 10 bin Kürt askeriyle Alparslan’ın ordusunda saf tutmuştur. Bu muharebe Türk- Kürt kardeşliğinin en önemli nişanıdır. Çünkü Türk boylarından bir kısmı Bizans saflarında Alparslan’a karşı paralı asker iken, Kürt boyları karşılıksız olarak din birliği adına Alparslan’ın yanında savaşmıştır. Malazgirt sonrası Anadolu’yu fetheden Türkler 1183’ten sonra Eyyubi Devleti’nin egemenliğini kabul etmiştir. Eyyubiler zamanında bazı Kürt Aşiretleri Doğu Anadolu’ya göçtü ve burada Türkmen Aşiretleri ile beraber yaşadılar. Bazı Türkmen Aşiretler ise Selahaddin’in egemenliği altına girip ordusunda savaştılar. Bu tarihsel süreçte karşımıza çıkan bir nokta Müslüman etnik grupların her üçünün (Araplar-Türkler-Kürtler) çoğu yerde iç içe geçmiş olmasıdır. Bunun nedeni o dönemde etnik kimlikten ziyade dini kimliğin daha çok önem taşımasıdır. Selahaddin Müslümanlığını her daim Kürtlüğünden önde ve evvel tutmuştur. Ondaki bu İslam bilinci, Kürtlük bilincinin çok fevkinde ve üstünde idi ve yaptıklarını bir Kürt Müslüman olarak Allah yolunda Allah için yapma bilinci ile yetişmişti. Alparslan’ın ordusunda meydana gelen birlik Kürt Selahaddin’in ordusunda da kendini göstermiştir. Türkler ve Kürtler uzun yıllar omuz omuza savaşmıştır. (Kürtler ve Türkler, Ahmet Özer, s:70)
İdris-i Bitlisî, Yavuz Sultan Selim gibi bir cihan pâdişahının dostluk ve güvenini kazanmış büyük bir şahsiyettir. Şah İsmail’in inanç ve siyaset olarak ortaya koyduğu tehlikeyi, Yavuz Sultan Selim gibi İdris-i Bitlisî de önceden fark etmiş, bu iki büyük siyasi güç arasındaki hâkimiyet mücadelesi, çekişme sahasındaki 25 Kürt beyinin kendi rızalarıyla Osmanlı’ya bağlanmalarını sağlamış, böylece Anadolu’daki Müslüman Türk Birliği daha fazla tehlikeye girmeden, 25 Kürt Beyi, Çaldıran Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’yla birlikte Safeviler’e karşı savaşmıştır. Kürtler Osmanlı’ya topraklarını bağlayarak 400 yıllık bir süreyi kapsayacak şekilde Yavuz’a tabi oldular. İdris-i Bitlisî, Yavuz Sultan Selim’le beraber Diyarbakır ve Mardin’in fethinde bulunmuştur. Mısır Seferi’ne de iştirak eden İdris, Şam ve Kudüs’te bulunmuş, Memluklulara karşı kazanılan Ridaniye ve Mercidabık savaşlarına da iştirak etmiştir. Bitlisli İdris, bugünkü ülke coğrafyasının “vatan”laşmasında, “bayrağı bir, Kitabı bir, ülkesi bir, menfaati bir” bir topluluk haline gelmesinde hem ilmî kişiliği, hem siyasî rehberliğiyle unutulmaz hizmetler vermiştir.
Yavuz Sultan Selim Dönemindeki Kürt-Türk ilişki yapısı 1808’den itibaren II. Mahmut ve Abdülmecid Dönemindeki devlet politikalarıyla değişmeye daha sonra da bozulmaya başlamıştır. Bu süreçten sonra Kürt hareketleri ve isyanları ile ayaklanmalar peş peşe gelmiştir. Osmanlı modernleşme hareketleriyle beraber yeni bir merkezi yönetim sistemi oluşturmak üzere başlatılan politikalar, İmparatorluk sınırları içerisindeki birçok unsur gibi Kürtlerde de memnuniyetsizliklere yol açmıştır. (Ahmet Özer, 100 Soruda Kürt Sorunu, s.79.) Bu memnuniyetsizlik, Kürtler haricindeki bütün unsurları ileride devlet sahibi yapacaktır, bir tek Kürtler Osmanlı bakiyesinde Türklerle birlikte yaşamaya devam edeceklerdir. Bunun da en önemli sebebi İslam kardeşliği, hukuku ve Osmanlı aidiyetliğidir.
Abdülhamid Han döneminde Kürt-Türk ilişkileri, Yavuz Sultan Selim dönemindekine benzer bir sürece dönmüş, İslam kardeşliği hukukuna yakın Osmanlı aidiyetliği üzerine tekrar bir müspet hal almıştır. Sultan Abdülhamit, bu dönemde Hamidiye Alaylarını kurmak suretiyle, çıkabilecek bir Ermeni isyanını kontrol altına almak istemiştir. Bunun yanında Aşiret Mektepleri adıyla okullar açarak, bu okullarda Kürtçe eğitim yaptırmak suretiyle, olayları kendi kontrolünde tutmayı başarmıştır. Sultan Abdülhamit bu siyaseti sayesinde Kürtlerin güvenini kazanmış ve kendisine “Kürtlerin Babası” anlamında “Bave Kürdan” ismi verilmiştir. ( Mustafa Akyol, Kürt Sorunu’nu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, İstanbul 2006, s: 39-40.)
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği en büyük başarılardan biri, Anadolu’daki farklı unsurları ortak bir dava için birleştirmesiydi. Bunu da, tıpkı Sultan Abdülhamid gibi, söz konusu unsurların ortak kimliğine vurgu yaparak gerçekleştirdi. Bu kimlik özellikle de Kürtlere hitap ediyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1916 yılında Diyarbakır’da 16. Ordu’da görev yapmış, bu sırada pek çok önemli Kürt aşiret lideri ile yakınlık kurmuştu. Nitekim Samsun’a çıktıktan sonra "doğu vilayetleri"nden aldığı sinyallere güvenerek, Kürt vilayetlerindeki bazı önde gelen isimlere, örneğin Cemil Paşazade Kasım Bey’e, Milli Mücadele konusunda bilgilendiren ve yardımlarını talep eden telgraflar gönderdi. Zaten Kürt aşiretleri de, "din ve vatan uğrunda açılacak mücadeleye katılmaya hazır olduklarını" Kazım Karabekir Paşa’ya bildirmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, telgraflarında kullandığı "anasır-ı İslam" yani "İslam unsurları" kavramına Milli Mücadele boyunca büyük vurgu yaptı. 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında, "Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır" diyerek milletin bu unsurlardan oluştuğunu açıklamıştı.
Bu politika Kürtler arasında olumlu etki meydana getirdi. Anadolu’da bunlar olurken, Avrupa’da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı’na, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup sözde Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları, Ermenilerle anlaşarak bir "Kürt Devleti" kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62. maddesi, "Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi" verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise "Kürt Halkları’nın Türkiye’den bağımsızlık elde etmeleri”nin yolunu açıyordu. 22 Şubat 1920 tarihinde KÜRT AŞİRET LİDERLERİNDEN İTİLAF DEVLETLERİ’NE gönderilen telgrafta şunlar yazılıydı: “Gazetelerden öğrendiğimize göre, şu anda Paris’te oturan ve Kürt olduğunu iddia eden Şerif Paşa, Türkiye’deki entrikalarında başarılı olamadığı için, Bogos Nubar ile birlikte, gerçekte kişisel çıkarlar için çalışmasına rağmen, güya bağımsız Kürdistan için barış konferansına başvurmuştur. Bu nedenle barış konferansına bildiririz ki, Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı hükümetinden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur. Osmanlı tarihi içinde Kürtler arasında hiçbir ayrım yapılmamıştır. Ve bütün savaşlarda Kürtlerle birlikte ön saflarda kanlarını akıtmışlardır. Acaba Rus orduları ülkemizden çekildikten sonra, Ermeniler tarafından katledilen Müslüman halkın yüzde 80’inin Kürt olduğunu bugün Bogos Nubar’la uzlaşan Şerif Paşa bilmiyor mu? Öyleyse Ermenilerle iş birliği yapma çabaları sonuçsuz kalacaktır. İmparatorluk topraklarından bir kısmını ayırıp Kürtlere vermek, gelecekte Ermenilere yeni bir ülke hazırlamak demektir. Barış Konferansı’nın dikkatine sunuyoruz ki bizi Osmanlı imparatorluğundan ayırmak için, varlığımızdan hiçbir şey bırakmaksızın yok etmeleri gerektiğini kendilerine bildiririz.”
27 Şubat 1920 tarihinde Silvan aşiret reisleri, eşrafı, şeyhleri ve din âlimleri tarafından Padişaha, Paris Barış Konferansı’na, İtilaf Devletleri liderlerine, bazı ülkelerin sefaretlerine, İstanbul’daki Mebusan Meclisi ile Ankara’daki Heyet-i Temsiliye’ye çekilen telgrafta şöyle deniyordu: “Muazzam Osmanlı kitlesinin en metin ve sarsılmaz, kale gibi direnci olan Kürtler, her şeyden evvel İslam’dır. Ve ikinci olarak Osmanlı’dır ve en sonra Kürt’tür. Muhteşem Osmanlı hanedanının ve şu İslam kardeşliğinin en fedâkar ve en bağlı ve en uyumlu bir uzvu olan Kürtlerin bu beraberlikten zerre kadar ayrılmamaları onların gayesi ve emelidir. Kürtler Osmanlı idaresinin adil ve ulvi egemenliğine katılma onuruna sahip oldukları günden beri hiçbir ihanet eseri göstermemiştir ve ebediyen de göstermeyecektir. Dünyada hiçbir kuvvet tasavvur edilemez ki Kürtlük ile Osmanlılık arasındaki bu kadim ve tarihi uyumu kaldırmaya ve yok etmeye muvaffak olabilsin…”
Sözün özü şudur ki Türkler ve Kürtler kardeştir; ispatı Malazgirt’tir, Çaldıran’dır, Sarıkamış’tır, I.Cihan Harbi’dir, Kut'ül Amare’dir, Çanakkale’dir, Kurtuluş Savaşıdır.
|